ADALAR POSTASI
29 Kasım 2005
http://www.acikradyo.com.tr/default.aspx?_mv=a&aid=12440&cat=1
Son Armağan
Avi Haligua
28/11/2005
Prometeus, “neden?” diye çıkıştı Zeus’a, “Onları neden kurtarmıyorsun? Görmüyor musun sana ne kadar da benziyorlar” diye devam etti söze. Prometeus öfkeliydi. Kardeşi Epimeteus, Zeus’un isteklerini yerine getirmiş, türlü canlılar yaratarak, onları kanat, kürk, güç gibi armağanlarla donatmıştı. Prometeus ise geçen tüm zamanı tanrılara benzeyen bir yaratık yaratmak için harcamış, tüm armağanlar tükenene kadar da eserini bitirememişti. Şimdi uğruna merhamet dilenmek zorunda kaldığı bu yaratık, –insan-, basit bir gecikme sebebiyle geceleri üşüyor, diğer hayvanlardan kaçamayıp yem oluyordu. Her şeyi bilen ve her şeyi gören Zeus, “Hayır!” dedi, “onlara yardım etmeyeceğim, verebileceğim tüm armağanlar onlara acı ve felaket getirecek, oldukları gibi kalmaları onlar için en iyisidir.” Bir an için Prometeus’la göz göze geldi ve öylece durdu. Prometeus, Zeus’un gücü kadar sert bir kalbe sahip olduğunu, değil yarattığı insanları, Olimposluları bile zor bir durumdan kurtarmayacağını ‘biliyordu’. Yerinin bilinmediğini, gereken değeri görmediğini düşündü. Kararını vermişti, adına lâyık olmalı, gerekli ihtiyatı gösterip, hesabını yapıp, bu derdi bertaraf etmeliydi. Özene bezene yarattığı bu güzelliğe yardım edecek, böylece hem yarattıklarına sahip çıkmış olacak, hem de tüm Olimpos’a kim olduğunu gösterecekti.
İnsanlara bina inşa etmeyi, ağaç işlemeyi, maden çıkarmayı, türlü el işçiliğini, takvimi, sayıları, alfabeyi, alet, ilaç ve gemiler yapmayı öğretti. Tıpkı Prometeus’un öngördüğü gibi, insanlar suretlerine uygun davranmış, armağanları iyi değerlendirip rahata kavuşunca yüzleri gülmeye başlamıştı. Soğuk geceler de olmasa her şey mükemmeldi.
Prometeus bir gece sessizce Olimpos’un doruğuna tırmandı, Zeus’a ait olan ateşi çalacaktı. Tutuşturduğu dal elinde, heyecanla indi dağdan. Koşarken, ateşin konforuyla rahat yaşayacak insanların mutluluğunu neredeyse görebiliyordu. İnsanlar, ateşi görünce önce korktular fakat ateşin ısısı soğuk geceyi çoktan ısıtmaya başlamıştı bile. Isınan insanlar artık daha dik duruyor, yüzlerindeki tanrısal ifade daha da netleşiyordu Prometeus için. O, yapması gerekeni yapmış, Zeus’un sözlerinin aksine, tıpkı öngördüğü gibi, insanlar daha güzel bir hayata kavuşmuştu. Gördükleri Prometeus’u memnun etti, doğru olanı yapmıştı.
İnsanlar öylesine rahat ve uzun yaşıyorlardı ki, görenler onları da tanrı sanabilirdi. Sürekli çoğaldılar, öğrendikleri hayatı devam ettirmek için yeni yerleşim yerleri kurdular. Artık öyle çoklardı ki, Zeus aşağıya baktığında sadece onları görüyordu. Zeus, Prometeus’un insanlara armağanlar verdiğini anladı. Hemen Prometeus’un Kafkaslar’a götürülüp dağlarda kırılmaz zincirlere vurulmasını istedi. Otuz bin yıl boyunca Zeus’un kartalı, gündüzleri Prometeus ciğerini deşecek, ölümsüz vücudu geceleri kendini yenileyecek ve yeni güne hazırlanacaktı.
Her şeyi bilen Zeus’un öfkesi henüz dinmemişti. İnsanlar ona ait olduğunu bildikleri halde ateşi kabul etmişlerdi. Güzeller güzeli bir kız yaptırdı ve diğer Tanrılardan ona çeşitli armağanlar vermelerini istedi. Zeus’un Pandora’ya armanığıysa haylazlık, tembellik ve aptallık oldu. Son armağan ticaretin de tanrısı olan Hermes sundu: Bir kutu ve kutuyu açmaması için bir uyarı...
Pandora’nın gelişiyle birlikte insanlar, Zeus’un durumu lehine çevirmeye çalıştığını düşündüler. Artık her sorun kolaylıkla halledilebiliyordu, insanların hiç bir eksiği kalmamıştı. Bir gün Pandora ona verilen hediyelerden birisi olan meraka yenildi ve kutuyu açtı. Kutunun açılmasıyla birlikte Zeus’un intikamı dışarıya fışkırdı. İnsanlar, Prometeus’un armağanlarıyla aynı soydan gelen felaketlerle karşılaşmışlardı. Tüm dünyayı yıkım, hastalıklar, fakirlik ve suçlar kapladı. Kutuda tek bir şey kalmıştı: Umut...
Umut, Zeus’un asıl cezasıydı. İnsanlara beklerlerse felaketlerin sona ereceğini düşündüren, böylece sonsuza kadar cezalarını çekmelerini sağlayacak olan bu son kalan parçaydı. İnsanlar bu umuda binaen, uzun süre Prometeus’un geri dönmesini bekledi. Yüzyıllar geçti, zaman içinde Prometeus ve kıyameti unutuldu. Dünya, bu oldu.
Prometeus’tan hâlâ umudunu kesmemiş bir avuç insansa antik düşüncenin yürüyen tarihi olarak yaşamaya devam ettiler, ediyorlar. Tarikatlarının bir adı da var: Prometeus’cular...
Artık anladığınız üzere, bu bir mitoloji yazısı değil. Bence, bu hikâye insanlığın mitolojiyi -ardından yazdığı onca metne rağmen- neden okumaya devam ettiğini çok güzel açıklıyor. Prometeus’un, Zeus’a karşı giriştiği kibirli savaşın bir argümanı olarak insanlığa ‘bahşettiği’ armağanlar ve istemeden yanında sürüklediği felâketler bugün yaşadığımız dünya için hâlâ geçerli görünüyor. İnsan evladı, zayıflığının dışavurumu olan kibir ve onun armağanı olan tekno-medeniyetin, doğaya karşı verdiği savaş sonucunda Pandora’nın kutusunu açmış, yarattığı sistemin sosyal ve biyolojik sonuna doğru hızla yol alıyor. Kısa bir süre öncesine kadar küresel ısınma evhamlı bir bilimkurgu iken, bu gün gerçekliğin kendisi olarak karşımızda dikiliyor.
İnsanlık bu ‘rahat’ yaşamın bedelini ‘başarısı’ oranında ödüyor. Durumun vahametinin farkına varan herkes acil önlemler alınması gerektiğini belirtiyor. Ülkeler, Birleşmiş Milletler aracılığıyla havaya salınan karbon gazlarını azaltmak için yöntemler geliştirmeye çalışıyor. Durumu görüşmek üzere tarihte ilk kez neredeyse bütün dünya insanlarının temsilcileri 28 Kasım’da Montreal’de bir araya geliyor. Sorun, Çevre ve Orman Bakanımız Osman Pepe’nin açıkladığı üzere, “bu yüzyılın sonuna kadar 1,5 ila 5,5 derece santigrat ısınacak olmamız.” Aslında sorun ısınmadan değil de ısınma sonucu oluşacak doğa olaylarından kaynaklanıyor. Alışık olmadığımız sıklıkta büyük hortumlar, fırtınalar, anî seller, yıkıma uğramış liman kentleri, haritadan silinen koca adalar, kırk, elli bin yıl sonra karlarını yitiren dağlar... Bilim insanları bu sürecin geometrik bir hızla artarak devam edeceğini ve bu felaketin temel sebebinin petrole dayalı tüketim toplumumuz olduğunu, her geçen gün kadrosu genişleyen bir koro halinde dile getiriyorlar.
Prometeus belki de tüm yarattıklarının temsilcileri orada olduğundan Montreal’de tekrar hayat bularak, ölümsüz olduğunu kanıtlıyor. ABD’nin başını çektiği bir grup gözü doymak bilmez, medeniyetimizin karşı karşıya olduğu sorunun kendi mantığı içinde teknolojiyle çözülebileceğini umut ediyor. Teknolojiden kasıtsa ürettiğimiz karbondioksiti okyanusların dibine gömecek boru hatları inşa etmekten, dünyanın tepesine çatı sistemi kurmaya kadar çeşitlilik gösteriyor. Özetle, en iyi senaryoya göre dahi, felaket sadece ötelenebiliyor. Rasyonel aklın ekonomik mantığı gereği, bir el daha oynamak adına evimiz masaya sürülüyor. Öte yandan, çocuklarımızın bir çoğunun, belki de bizzat bizim yaşamlarımızın ortaya konduğu bir kumarda, ortaya sürülen milyarlarca insandan olan bitenin farkında olan milyonlarcası, akla isyân ediyor. Doğal dengenin her geçen gün bozulduğu bir dünyada bugün pek çok insan dünyanın ısınmakta olduğunu kavramanın bedelini hayatıyla, daha şanslı olan birçoklarıysa malıyla ödüyor. “İklim yıkımı” her geçen gün daha bilinir daha yakın bir hale geliyor.
Montreal’de 190 ülkenin temsilcilerinin, gezegenin ısınmasını hızlandıran karbon gazlarının azaltılması için üzerinde anlaşılan yegâne uluslararası antlaşma olan Kyoto yolunda devam edilip edilmeyeceğini belirleyecek olması bir yana, “mantıklı” anlaşmazlıklarla kaybedilecek olanın zaman değil can olması sebebiyle bu toplantı hayati önem taşıyor. Montreal’de dünya, iklim değişimini daha da hızlandırmamak için neler yapmamız gerektiğine karar verecek. 3 Aralık günü, -toplantı sürerken- dünyanın 27 ülkesinde, İstanbul/Kadıköy’de dahil, yüzlerce kentte, asıl önemli olanın hayat olduğunu hatırlatmak üzere milyonlarca insan bir araya gelecek.
Türkiye’nin toplantıdaki konumuna gelince; Kyoto’yu imzalamamış nadir ülkelerden biri konumunda bulunan ve kirlilikte hatırı sayılır bir pay sahibi olan Türkiye’nin Çevre Bakanı Osman Pepe, yukarıda andığım bilgiyi verdikten sonra, Akdeniz’in iklim değişiminden ağır bir şekilde etkileneceğini, Türkiye’nin ise en kötü etkilenecek bölgelerden biri olduğunu açıkladı. Pepe, konuşmasını “AB’ye giriş için en erken tarih” olan 2014 tarihinden önce havaya karbon salımını azaltmak için bir çözüm düşünmediğini, Türkiye’nin Kyoto Protokolü’nü “iyi müzakere” edip ABD, Fransa, Almanya vs. gibi büyümeden “böyle işlere” girmeyeceğini müjdeleyerek bitirdi.
Son iki, üç yıl içinde okuduklarınızı, seyrettiklerinizi, duyduklarınızı aklınızdan bir geçirin. Sanırım siz de 3 Aralık’ta Kadıköy’de olmanız gerektiğini anlayacaksınız.
--