19 Kasım 2008

ADALAR POSTASI-254: zarifi'nin büyükada hatıraları...

ADALAR POSTASI
25 Aralık 2005





Yorgo L. Zarifi (çev. Karin Skotiniyadis)., Hatıralarım (Kaybolan Bir Dünya İstanbul 1800-1920), İstanbul (2005)259-264.

PRİNGİPO (BÜYÜKADA)

Hatıralarımın sırasını bulabilmek için, şimdi biraz geriye dönmek zorundayım. 1884 yılında babam romatizmaya yakalandı. Doktorlar, Vosporos (Boğaziçi)'un neminin kendisi için zararlı olduğunu söylediler. Babam büyük bir üzüntü içinde Therapia (Tarabya)'yı terk etti ve beş sene boyunca Pringipo'ya yazlığa gitti.

Pringipo'nun büyük bir kısmını manastır arazileri oluşturuyordu. Bu durum bütün Pringiponisa (Prens Adaları)'da aynıydı.

Pringipo'unun manastırları üç taneydi: Ayios Yeorgios, Ayios Nikolaos ve Hristos.

Birincisi Kalavrita'daki (Mora Yarımadası'ndaki Ahaia Bölgesi'nde bulunan tarihi bir kasaba) Ayia Lava'ya (Kalavrita'nın 7 kilometre güneybatısında bulunan ve Yunanlıların 25 Mart 1821 tarihinde Osmanlı Devleti'ne karşı Bağımsızlık Savaşı'nı başlattıklarını ilan ettikleri manastır) aitti. Kilisenin etrafında Megalomartiras'ın (Hristiyanlık inancı uğruna işkence çektikten sonra şehit düşen kişi) yardımını istemeye gelenler için misafir odaları bulunuyordu. Bu misafir odalarının bugün kurtarılmış olduğundan şüphe etmekteyim; zira bunlar ahşaptandı, üstelik o büyük kutsal şenlikler artık yok. Atina'da ‘Bu Dromokaitioluktur’ (Atina'da bulunan ruh ve sinir hastalıkları hastanesi), İstanbul'da ise "Bu kudunaslıktır" (Eskiden ‘Bu Mazhar Osmanlık’, bugün ise ‘Bu Bakırköylük’ deyişine denk düşer) söylemi, bir İstanbul deyişi olarak kaldı.

Ayios Nikolaos, Kırım Savaşı döneminde, büyük bir bölümü ölen ve burada gömülen Rus esirlerini tedavi etme şansına sahip olmuştur. Ölenlerin gömüldükleri anıtmezar bu manastırın Rusların koruması altına girmesine neden oldu. Bu durum manastırı Türklerin her türlü tepkisinden koruyordu.

Hristos özellikle olağanüstü manzarasıyla ünlüdür: Dört bir taraftan denizi gören bir yaylaya bakmaktadır. Mis gibi kokan devasa çamları vardır. İnsanlar oraya, özellikle sabah saatlerinde, sık sık uğrarlar. Burada bir kahvehaneye ait masalar ve sandalyeler yan yana dizilmiştir; ancak gelenlerin çoğu çam ağacı iğnelerinin oluşturduğu kalın bir örtü üzerine uzanmayı tercih ediyorlardı.

Oraya vardığınızda, kahveci size ihtimam gösermek için koşar ve "Ne emrederdiniz?" diye sormadan önce, sigaranızı yakmanız için bir parça közle pirinçten bir küllük getirirdi. Bu her kahvehanede oluyordu; çünkü o zamanlar kibrit günümüzdeki kadar yaygın değildi.

Daha sonra, büyük vapurların gerçekleştirildiği bir dönemde, tüm bu ormanlık alan yabancı işadamları tarafından satın alındı. Buraya çok büyük bir "Palas" (lüks otel) inşa edildi. Ancak, şirket işe başlayamadan iflas etti.

Babaannem Zarifi, tüm şirketi tasfiye memurlarından satın aldı. Babam oteli yetimhaneye dönüştürdü... Patrik Yoakim yetimhanenin açılışında bulundu. Fakat açılışı takriben yirmi sene sonra gerçekleşti, bu nedenle de bu konudan vakti geldiğinde bahsetmek istiyorum.

Babam adanın en güzel evlerinden birini kiraladı. Bu ev, iş bulmak için Poli'ye göçen, hükümette iyi bir göreve geldikten sonra Türk vatandaşlığına geçen ve Paşa ünvanı alarak Poli'ye temelli yerleşen sayısız yabancılardan biri olan bir Fransız'a aitti. Bu Fransız'ın ismi Blacque Paşa'ydı. (Fransız İhtilali'nden kaçmış birinin torunu. Defalarca Pera'nın Belediye Başkanlığı'nı yapmış ve Pera'yı bir dizi eserle güzelleştirmiştir. Yorgo Zarifi bir dönem de Pera Belediye Meclisi'nde meclis üyesi olarak görev yaptı. 1868) Bir oğlu diplomat, diğeri ise Türk ordusunda subay olu.

Blacque'nin evi, daha önce bahsettiğim soydaşlara ait diğer evler gibi, yazlık bir ev olarak aşırı derecede lüks inşa edilmişti. Hatta bu evin, diğer evleri bu konuda geçtiğini zannediyorum. Her odada Avrupai parkeler, maundan kapılar, her katta banyolar ve o dönemde Poli’de hiç duyulmamış bir şey olan kalorifer tesisatı vardı... Ne ebeveynimin, ne de dedelerimin, pek çok ailenin gitmeyi alışkanlık haline getirdiği gibi, umumi hamamlara gittiklerini asla duymadım.

Babam Pringipo’da Blacque’ın hamamını sadece iki kez yakardı. Bunu, arkadaşlarını da çağırarak keyif için yapardı. Banyodan hem önce hem de sonra hamama gelenler limonatalar, kahveler ve sigaralar içerek minderlere uzanırlardı. Bana göre asıl zevk buydu.

Annem böyle bir eğlence düzenlemeye asla teşebbüs etmedi.

Blacque’ın malikânesinin, Hristos’un çamlık alanından başlayan ve denize kadar inen setlerden oluşan çok büyük bir bahçesi vardı. Umumi yol burayı ikiye ayırıyordu. Sonu olmayan bir merdiven, tepede bulunan evden başlayıp iskeleye kadar iniyordu. Malikânede tavla, seralar ve özellikle ıhlamur ağaçları gibi büyük ağaçlar da vardı. Poli’deki dut ağaçları çok büyüktür.

Her yaz başında, sandıklar ve evin sabit eşyası dışında, iki araba ve dört atın da taşındığı büyük göç gerçekleşirdi. Arabalardan biri landau, diğeri ise panier, daha doğrusu eski Atinalıların söylemeye alıştıkları şekilde “vis-à-vis” idi. Bütün küçük eşyalar gemiyle taşınıyordu. Arabalar ve atlar için, yelkenle yolculuk eden ve yolu altı satte alan iki mavuna kiralanıyordu. Daha sonraki yıllarda, annem ata binmeyi alışkanlık haline getirdiğinde, çok güzel siyah bir Arap atı olan “Kader” de beşinci at olarak diğerlerine eklendi. Bu ata karşı büyük bir sevgi besliyorduk. Sırtında annemizi gördüğümüz zaman ise, annemize karşı büyük bir hayranlık duyuyorduk.

Okur, Pringipo gibi küçük bir adada hanımların ata binmekten zevk almaları hususunda belki de şaşıracaktır. Eskiden insanların günümüzde olduğundan çok daha kolay eğlendiklerini söyleyerek bunu açıklayacağım. Üstelik, yaptıkları her ne olursa olsun, bunu inançlarına ve geleneklerine uygun olarak yapıyorlardı. Annem, sayfiye yerinde ata bindiği zaman bile, klasik siyah bir amazon kıyafeti giyer ve uzun bir erkek şapkası takardı.

Çeşitli soydaşlar atla gezintisinde anneme eşlik ederlerdi. Gri bir askeri ceketin üzerine beyaz deri bir kemer takmış olan seyis ise annemi takriben yirmi metre geriden izlerdi. Anneme düzenli olarak eşlik edenler arasında Viyana’dan gelen Aleksandro Baltacis’i, Belçika’dan gelen Karatheodoris’i ve çok zarif bir Türk subayı olan İzzet Paşa’yı hatırlıyorum. İzzet Paşa, her zaman için ailemizin sadık bir dostu olarak kaldı. Fakat yıllar içinde o derece şişmanladı ki, onu bu haliyle gördüğüm zaman, gençliğinde binicilikte nasıl o denli başarılı olabildiğini düşünüp dururdum.

Poli’de binicilik sadece zenginlerin tadını çıkardıkları bir spor değildi. Yolların yetersizliği, herkesi ulaşım aracı olarak at kullanmak zorunda bırakmıştı. Gençlik yıllarımda, Stavrodromi’nin, Galata’nın, Bizans’ın büyük meydanlarında, her vapur iskelesinde kiralık atları olan “sürücüler”le karşılaşırdım. Araba geçmeyen bir yere gitmek istediğin zaman, bir at alırdın, sürücü de seni arkandan yürüyerek takip ederdi. Fakat herhangi bir seyir için değil de, gezinti amacıyla bir at istediğin zaman, atı kiralar ve yoldan seçmek yerine, tanınmış ahırlardan isterdin. Her binicinin kendine özgü tercihleri vardı.

Pringipo’ya hoş vakit geçirmeye gelen halkın büyük bir kısmı için alışılagelmiş spor, vapur iskelesinde bekleyen eşeklerdi. Eşekçiler seni tanırlar, sana isminle hitap ederler, elbiselerinden tutup seni çekiştirirlerdi. Ciddi insanlar faytonu, gençler ise eşeği tercih ederlerdi. Yazlıkçı veya gezmeye gelen gençlerin gruplar halinde, dur durak bilmeden adanın yollarını kahkahalar ve bağrış çağrışlarla dört nala giden eşeklerinin üzerinde katettiklerini görürdün. Eşekçiler onları arkalarından koşarak izlerler ve hayvanlarına acımadan vururlardı. Eğlencenin tam olması için, ada turunun büyük bir koşuşturma içinde gerçekleştirilmesi şarttı.

Kardeşlerim, eşeğe binmeye, çocuklar için için özel olarak hazırlanmış sepetler içinde, bebeklikten başladılar. Babannem, eşeğe binmeyi ada hayatının vazgeçilmez bir parçası olarak nitelendirdiğinden, seksen yaşında bile, her sabah Hristos’a çıkmak için eşeğe binmeyi faytona tercih ederdi.

Vosporos büyükelçilikler, yabancılar ve stationnaires’lerin mürettebatlarıyla kozmopolit bir yapıya sahipti. Oysa Pringipo, tamamen Rum toprağıydı. Ada’da oturanlar Therapia’da oturanlardan sayıca daha fazlaydılar; evler ise Therapia’daki evlerle kıyaslanmayacak kadar çok ve büyüktü.

Türkler Pringipo’ya geldikleri zaman, Türkiye sınırları dışına çıktıklarını zannediyorlardı. Müslüman bir kadın Poli’de sadece yüzünü ve saçlarını sımsıkı örtmekle kalmayıp, kapalı arabası, halayığı veya haremağası olmadan hiçbir yere gidemezdi. Onu yoldan babası veya kocasıyla asla göremezdin, zavallı kadın otele bile girmeye cesaret edemezdi.

Yasaklar Pringipo’da kalkıyordu. Müslüman kadın çarşafını ve yaşmağını çıkartıyordu. Kocasının eşliğinde landau’ya biniyor ve kır kahvelerinde oturuyordu. Fakat bu bahsettiğim durum yavaş yavaş oluşmaya başladı; zira bahsettiğim yıllarda, Pringipo’da Türkler bir elin parmakları kadar azdı.

Evimiz geniş ve ferahtı. Dostlar her zaman olduğu gibi salonlarımızı dolduruyorlardı. Babam misafir kabul etmek için deli oluyordu. Her zaman dalgın olan babamın tek kötü tarafı, anneme haber vermeyi unutması ve böylece hiç hazırlık yapılmadan sıkça misafirlerin gelmesiydi. Bu yüzden de yemeğimizin her zaman gereğinden fazla olması gerekiyordu.

Dedemler, yani Nikolopuloslar ve kızları Mari, beş sene boyunca bizimle birlikte, İngiliz mürebbiyelerimizin refakatinde, Paris’ten gelen kuzenlerimiz Vlastoslar’la buluşmak üzere babaannem Zarifi’nin Vosporos’taki evine gitmemize izin verdi. Oraya gideli üç gün olmuştu ki, kızıl hastalığına yakalandım ve bütün Therapia’yı telaşlandırdım.

Vlastoslar köşke çıktılar, Eleni’yi ise Sofia Hala aldı. Bana gelince, hastalığımı kardeşlerime de bulaştırırım korkusuyla annem ve babam Pringipo’daki Hristos’ta küçücük bir ev kiraladılar.

Tamamen kapalı kaldığım bu bir ay boyunca kendimi okumaya verdim. Fakat her şeyde aşırıya kaçan biri olduğumdan, baba evine döndüğümde gözlerim o derece yorulmuştu ki, miyop ve şaşı oldum!

Bir gece babam, blaque Paşa’nın evinde, Sırp Kralı Milan’ı yemeğe kabul etti. O zamanlar, Kral Milan’ın Poli’de olmasının bir nedeni vardı. İlk başlarda halk arasında fısıltı halinde yayılan bir dedikodudan ibaretken, zamanla bizzat Kral tarafından herkesin diline düşürüldü bu neden.

Kral Milan Pera’da yaşayan bir Rum hanımefendiyi seviyordu ve ona evlilik sözü vermişti. Fakat her ikisi de evliydi. Kadın kolay bir şekilde boşandı; buna karşın Kral, Sırp Kilisesi’nin büyük tepkisiyle karşı karşıya kaldı. Fakat doğması beklenen bir çocuk ve Milan’ın ise bir Kral, üstelik de aşık bir kral olması, onun istediğini elde edeceğine dair hiç kimseyi şüpheye düşürmedi.

Babam Kral’ı ona yakışır bir biçimde kabul etmek istedi. Biz çocukları en çok eğlendiren şey, bahçemizin ışıklandırılmasıydı. Bütün bir öğleden sonra, kız kardeşim ve ben ağaçlara tırmanır ve uygun olan her dala kağıt fenerler asardık. Yere, ağaçlık yollara ve merdivenlereyse yağ kandilleri yerleştirilirdi. Bu manzara, çocuk gözlerime ışıl ışıl görünürdü.

Babam ve dedem frak giydiler. Bu dedemi böyle resmi bir kıyafetle gördüğüm tek gündür. Babaannemi de sadece o gece dekolte bir elbiseyle gördüm.

Babamızın Kral Hazretleri’ni bahçenin kapısında karşılamasını balkondan izledik. Annemizin güzel reveransı müthiş ilgimizi çekti, fakat babaannemizin yaptığı daha az başarılı reveransı görünce gülümsedik.

Sonra Kral, ev sahibi ve yemeğe katılan diğerleri eve girdiler ve gözümüzün önünden çekildiler. Yemek sırasında kaydetmeye değer bir olay yaşandı; çünkü bu adeta tarihi bir olaydır ve Kral Milan’ın gerçek arzularına ilişkin önemli ipuçları vermektedir.

Postacı, Kral için bir telgraf getirdi. Taşralarda hep olageldiği üzere, postacının telgraf’ın içeriğinden haberi vardı:
“Getirdiğim haberi” dedi, “acilen Kral Hazretleri’ne iletiniz. Çok önemlidir.”

Telgraf Kral’a masada teslim edildi. Kral telgrafı tam okumadan masada bulunanlara dönerek:

“Size verilecek” dedi mutluluk içinde, “olağanüstü bir haberim var. Artemisia bana bir erkek çocuk hediye etti.”

O anda hizmetkâr şampanya servisi yapıyordu, Kral Milan dolu bardağını eline aldı ve anneme hitap ederek şunları söyledi:

“Lütfen, her ikisinin de sağlığına içelim.”

Maalesef, Artemisia’nın rüyaları asla gerçekleşmedi.