ADALAR POSTASI
22 Ekim 2005
”Araba Sedasi"yla yanip tutusanlarin bilmem kacinci kopru senaryolarina karsilik
Ergin Sezgin’in “uyum ve uyuma” uzerine yazisina ek olarak Penguen'de yayimlanmis bir karikature cizdigi 101. Bogaz Koprusu
http://groups.yahoo.com/group/vapurlarimizi_vermiyoruz/message/692
ile
Korhan Gumus'un, "Kent Yonetimi'ne Acik Cagrisi"
http://groups.yahoo.com/group/vapurlarimizi_vermiyoruz/message/688
ve de
Omer Madra'nin, Kainatin Tefrikasi'nda yayimlanan "Iklim Degisikligi"
http://www.acikradyo.com.tr/default.aspx?_mv=a&aid=11910&cat=26
yazilari huzurlarinizda!
+ Turkce karakterlerden kaynaklanan okuma zorluklari icin ilgili yazilarin alindigi sayfalarin adresleri verilmistir!
http://groups.yahoo.com/group/vapurlarimizi_vermiyoruz/message/692
Avrupa Birliğine uyum derken bu uyumu uyutma olarak yorumlayanların yaptıklarını izlemeye devam ... Uyum ile ilgili yasalar çıkıyor diye ümitlenenlerimiz oldukça uzun sürecek bu uyum(a) sürecinden sonra ''bizler de amma uyutulmuşuz be, Uyum uyum dediler amma da uyuttular ,bravo adamlara'' diyecekler gibi gelmeye başladı.
Uyumsa öncelikle uygulanması gerekenlerin başında belki de en başında kentsel yaşam kriterlerinin olduğunu düşünüyorum...
Ve ayak uydurmaya çalıştığımız o devletlerin kent yaşamına ve ketin yapılaşmasında dikkat ettiği önceliklere...
Şehrin mevcut yapısı bozulmadan planlı bir şekilde büyüyor... Ulaşım ile ilgili kararlar alınıyor ve izinsizi ruhsatsız çivi dahi çakılmıyor.İtalya'nın hemde çok küçük bir şehrinde var olan tek ve küçüçük meydanına çıkan birkaç sokağından birinde yer bir mağaza ikinci katı alıp dükkanına dahil etmek istediğinde yapamazsın demişlerdi. Gerekçe... Şehir yaşamalı...
O dairede yaşayan yaşlı çiftin arabalarını parkedebilmeleri için iki arabalık izin belgeleri vardı...
Otopark sorununu halletmeyen binaya yapı izni, işyerine ruhsat verilmiyordu hala verilmiyor...Gerekçe şehir yaşamalı...
Alışveriş merkezleri şehirlerin içinde yer alamıyor ancak ve ancak belirli mesafe dışında ve belirli kurallara uyarsa ve yine otopark ile ilgili gerekenler yapılırsa de dışına yapılabilirler.
Gökdelenler şehirde sadece ve sadece planlanmış yerlere yapılırlar.Onunu dışında yüksek bırakın yüksek binaları şehrin dokusuna uymayan binaların yapımına bırakın izin vermeyi akıllarından bile geçirtmezler...
Paris'te gökdelenler bölgesi olan Defense'a metro ile 20 dakikada ulaşılabilir. Ki gün içinde çok az kişi özel aracını kullanır. Çünkü gerek yoktur. Yüzyıl içinde şehrin bütün ulaşılabilecek noktalarına altta metro, üstte otobüs gibi otobüslerle bir ağ gibi ulaşım ağları kurulmuş ve bualt ile üstteki araçların arasındada koordinasyon sağlanmıştır.
Avrupa şehirlerinde var olana uyum, planlı yapılaşma ve ulaşım ile ilgili herşey planlanır ve uygulanır. Oralar daki yönetciler içinden açıkları değerlendirmek isteyenler yok mudur? tabii ki vardır ama kanunlar izin vermezler ve herhangi bir yanlışlıkta şehrin gerçek sahiplerini karşılarında bulurlar...
Biz şimdi onlara uymaya çalışıyoruz. Her birimizin ağzında aynı ciklet ''AB 'ye uyum yasaları çerçevesinde''' diyoruz kağıt üzerinde uyarlıyoruz, bir gecede yüzlerce kanun çıkartıp sonra işlerini yapmalarının rehaveti ile dört ay tatile çıkan vekillerimizi alkışlıyoruzda uygulamay gelince işte o zaman özümüzdeki BİZ çıkıyor ve...
Uyumayıp Uymaya çalışanlar ise beş duyu organları açık izliyorlar Avrupa birligine giris icin cikarilan yonetmeliklerin, gercek "sivil katilim"i saglamaktan cok uzak olduğunu da gözlemleyebiliyorlar....
Gerçek bir sivil katılımla alınması gereken kararlardaki ayak oyunlarına gözleri takıldığı içinde kendileri bir oyun tutturamıyorlar...Gercek bir sivil katilimla alinan kararlarda, sivillere de soz ve oy hakki verilir .Ancak bunlar saglandiginda sivil toplum kuruluşlarının ama truva atı gibi olanların değil gerçek sivil toplum kuruluşlarının varligi bir anlam tasir. Bu hakların ne olduğunun belirlenmesi, kamuoyunun bilgilenmesi ve uygulanması için uğraşması gerekenler ise bana dokunmayan yılan, gemisini kurtaran kaptan, benden sonrası tufan (Ekteki karikatür Penguen dergisinde yayınlanan bir karikatürden uyarlanmıştır. tufan ve sonrasını anlatmaya çalışan) rehavetindedirler.
Sivil toplumun oluşması ve etkin bir biçimde uygulanması için gerekenlerin yapılmaması , buna karşılık truva atı sivil toplum kuruluşları oluşturularak hedefin bulandırılması sadece ve sadece bu karışıklıktan fırsat umanların işine yaramaktadır...
Sözün bittiği yerdeyiz ...
Sevgi ve saygılar,
Ergin Sezgin...
NOT: Ekli dosyadaki karikatür de penguen dergisinden...babanın oğluna söylediği sözü bir zamanlar deniz diye değiştirildi. Ve de boğaza yapılan 101. köprü resmedildi...
http://groups.yahoo.com/group/vapurlarimizi_vermiyoruz/message/688
Kent yönetimini ulaşım konusunda politika geliştirmeye davet etmemiz gerekiyor:
Kent yönetimine açık çağrı
3. Köprü projesini ben denizatlıya benzetiyorum. Bir denizaltı gibi kimse görmeden menzile doğru yaklaşıyor. Son anda, su yüzüne çıkınca fark ediliyor. Hatta gazetelerin dediğine göre Belediye Meclisi’nde görüşülüyor, oylama yapılıyor, kimse bilgi sahibi olmadığı için o sırada bile fark edilmiyor. İşin neresinden bakarsanız, bakın ortada bir tuhaflık var. Hatırlarsanız 2005 başında Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım “Arnavutköylüler müsterih olsun. İki köprü arasında yeni bir köprü olmayacak. O bölge tarihi doku” diye bir açıklama yapmıştı. “İstanbul’un hem köprüye, hem de lastik tekerlekli araçlar için bir ikinci tüp geçite ihtiyacı olduğunu” söyleyen Bakan, 3. Boğaz Köprüsü’nün İstanbul’un kuzeyine yapılacağını söylemişti. Bu son operasyonun İstanbul’un kuzeyini yapılaşmaya açmayı hedefleyen 3. Köprü girişiminin önünü açmak için yapıldığı düşünülebilir. Karar veto edildikten sonra “bakın köprüyü kuzeye aldık” demelerinin çok daha kolay olacağını tahmin etmek zor değil. Ancak bu iş daha karmaşık. Ben iki yaklaşım arasında böyle gizli bir ittifak olmasından çok yeni köprünün iki köprünün arasına yapılması gerektiğini ısrarla savunan siyasi bir grup olduğunu düşünüyorum. Bütün bu gelişmeler iktidarda hangi parti olursa olsun, 3. Köprü’nün Arnavutköy-Vaniköy arasına yapılması konusunda kararlı olan güçlü bir topluluk olduğunu gösteriyor. Nasıl geçmişte iki bakanlık arasında bir yaklaşım farkı varsa, bu bugün de var ve Ulaştırma Bakanlığı’na karşı Bayındırlık ve İskan Bakanlığı 3. Köprü’nün iki köprü arasına yapılması konusunda hala ısrarlı. Sivil ve siyasi temsilcilerden, eski bürokratlardan oluşan bu grup İstanbul’un ulaşım yükü açısından transit geçişin çok büyük bir yer tutmadığını, asıl ihtiyacın iki köprü arasındaki hatta olduğunu iddia ediyor. Demek ki iki farklı çıkar ve ‘konsept’i temsil eden iki ayrı grup var. (Eski Ulaştırma Bakanı da eski hükümette 3. Köprü’den yana olan Bayındırlık ve İskan Bakanı’na karşı Boğaziçi Tüneli’ni savunmuyor muydu?) Ama kent yönetiminin bu konuda ne düşündüğünü, sorunları nasıl yorumladığını kimse bilmiyor.
İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin içinde beşyüz kişinin çalıştığı söylenen ‘Metropoliten Planlama Merkezi’ var. Burada ulaşım konusunda uzmanlar çalışıyor. Ulaşım Daire Başkanlığı var. Devasa boyutta ihaleler ve hizmet alımları yapıyor. Ama ortada açık seçik bilinen, tartışılan, konuşulan bir ulaşım politikası, planı yok. Ortada birbiriyle çelişen bir dolu yaklaşım var, inanılmaz bir işkence halini alan ve kenti tıpkı deprem gibi tehdit eden muazzam bir sorun var, ama ulaşım sorunun hangi adımlar atılarak çözüleceğine dair bir yaklaşım yok. En yetkili kişiler de dahil olmak üzere, kimse bir şey bilmiyor. Ulaşımla ilgili yerel resmi kurumların, kişilerin bildiği bir tek şey var, dar bir perspektiften konuya yaklaşmak ve Ankara’da iki ayrı bakanlığın geliştirdiği Marmaray, 3. Köprü gibi projelere seyirci kalmak. Bu şaşırtıcı bir durum değil, çünkü kent yönetiminin dev planlama bölümü bir şirkete bağlı çalışıyor, hizmet alımlarını kapalı kapılar ardında yapıyor. Görünüşte sürekli katılımdan, şeffaflıktan söz edilse de, işleyişte tam tersine bir gidiş var. İstanbul hakkındaki kararlar profesyonelliği dışlayan, kamu işlevlerini özelleştiren kapalı kapılar ardında alınıyor. Bu nedenle kent yönetimi hem var, hem de yok. Tepeden inmeci yöntemlerle sorunların çözüleceği zannediliyor. Halkı işin içine katmayan, bilgi paylaşımını önemsemeyen bir yönetim anlayışı var. Diğer tarafta ise bu derebeylik sistemini andıran kamunun kararlarına karşı güçlü bir muhalefet oluştu. Ortaya çıkan sorunlar, çelişkiler siyasetçilerin sürekli tökezlemesine yol açıyor.
Dolayısı ile Problem şu ki 3. Köprü konusunda güçlü bir sivil muhalefet var ve bu tip kararlar siyasetçilere işlerin eskiden olduğu gibi yürümeyeceğini de gösteriyor olmalı. Bu nedenle “bu köprü yapılacak, o kadar” demek o kadar kolay değil. Bu nedenle bu tür gizli kapaklı operasyonlarla iş yürütülmeye çalışılıyor. Sanki kamu bir ‘derin devlet’e dönüşmüş durumda. Kimse ne olduğunu, kimin ne yaptığını anlayamıyor. Her olay bir kötü yönetim göstergesi olarak sırıtıyor.
Bence ulaşım felaketinden ve politikasızlıktan İstanbul’un bir ders çıkarmasının vakti çoktan geldi. Bugüne kadar, bu dar perspektiften bakılarak daha çok köprü, yeni köprülü kavşaklar, şehir içi otobanlar yapıldıkça İstanbul’da ulaşım sorunun çözüleceği ifade edildi. Bunun ötesine geçilemedi. Bu yaklaşım bir bakıma 19. yüzyılın kentsel altyapı yatırımlarını kentsel gelişmenin bir gölgesi olarak gösteren şehircilik yaklaşımlarını çağrıştırıyor. Bu yaklaşıma göre şehir kendi başına gelişiyor, bir takım ihtiyaçlar ortaya çıkıyor. Böyle olunca da yolları genişletmek, yeni köprüler yapmak, yeni araçlar satın almak gerekiyor. Bu politikasızlık ortamında bir boyutuyla şehircilik, planlama gibi konular ihtiyaçlara cevap vermekle özdeşleşiyor. Başka bir deyişle siyasetten arındırılmış, bilgiyi kendi patronajına almaya çalışan, yalnızca kendi perspektifini temsil etmeye yönelik teknikçi bir yaklaşım söz konusu.
Yalnızca Arnavutköylüler mi semtleri elden gidecek diye 3. Köprü’ye karşı çıkmak zorundalar? Hiç şüphesiz hayır. Lastik tekerlekli ulaşıma dayalı bir çözüm İstanbul’u mahvediyor. Sorun köprülerin sayısında, yolların genişliği, darlığında değil, otomobillerin düzenlilik gösteren bir ulaşım ihtiyacı için, yani toplu taşımacılık yerine kullanılması.
Her sabah ve akşam Boğaziçi Köprüsü’ne ulaşmaya çabalayan otomobilleri (insanları demiyorum), caddelerde ‘dünyanın en aptallaştırıcı’ işi, direksiyon başında oturmak zorunda kalan ve saatler kaybeden insanları gördükçe, ilk önce otomobil sahiplerinin toplu taşımacılıktan yana olması gerektiğini düşünüyorum. Yolların genişletilmesine, İstanbul’un içine otoyollar yapılmasına, oraya buraya köprülü kavşaklar inşa edilmesine ilk önce belki de otomobil sahipleri karşı çıkmalılar. Bu nedenle sorunu İstanbul perspektifine taşımak kesinlikle zorunlu. Bu nedenle kent yönetimini artık göreve çağırmak gerekiyor.
Bugün kentle ilgili stratejilerin oluşturulması için kent yönetiminin demokratikleştirilmesi zorunlu. Önceliklerin belirlenmesi, çözümlerin geliştirilmesi ve kentin iyi yönetilmesi için kentliler ile bilgi paylaşımını sağlayacak profesyonel bir planlama işlevine ve bağımsız uzmanlık kurumlarına ihtiyaç olduğu ortada. Bence asıl sorgulamamız gereken bu. Kent çok daha karmaşık bir olgu. Biz kenti basit bir makine, bir eşya gibi tasarlamaya kalktıkça, sorunlar daha içinden çıkılmaz hale geliyor. Buna herkesin ihtiyacı var, çünkü 3. Köprü’nün kuzeye kaydırılması sorunu daha da karmaşık ve içinden çıkılmaz hale getirecek. Bu nedenle ben İstanbul’un kent yönetimine bir çağrıda bulunmak istiyorum. İstanbul’un planlanması konusu İstanbulluları, STK’ları, profesyonelleri işin içine katmadan yapılması mümkün olmayan bir konudur. Eğer İstanbul’un bir kent yönetimi varsa, kente dair politikaların üretileceği alanı, planlama işlevini profesyonelliğe ve katılıma açsın.
Bunun önümüzde bir kılavuz var. AB muktesabatının kent yönetimleri ile ilgili bölümü bilgi paylaşımının, profesyonellerin nasıl sürece katılacağı konusunda bizim adımlar atmamızı gerekli kılıyor. Yoksa bu iş iyice içinden çıkılmaz hale gelecek.
Korhan Gümüş
http://www.acikradyo.com.tr/default.aspx?_mv=a&aid=11910&cat=26
Kâinatın Tefrikası
No.486 – İklim Değişikliği
Ömer Madra
'Yeni Amazon'da sandal sefası (AP)
18/10/2005
Kasırga sezonu nereye koşuyor? Rekora! Amerika’nın Sesi Radyosu’nun haberine göre, ABD Ulusal Kasırga Merkezi, Wilma adı verilen fırtınanın şiddetini arttırarak kasırgaya dönüşmesi halinde, 1933’ten bu yana ilk kez bir sezonda bu kadar çok kasırganın görülmüş olacağını açıklamış. Meteoroloji uzmanları, böyle bir potansiyelin var olduğuna inandıkları gibi, böyle – Kafkasal – bir dönüşümün, Meksika Körfezi’ne, yani o güzelim New Orleans kentini yerle bir eden bölgeye doğru ilerleyebileceğini de tahminleri arasına eklemiş. (www.voamnews.com/turkish/2005-10-17...)
Haberde belirtilmeyen bazı noktaları da biz ekleyelim: Açık Radyo dinleyicilerinden Hasan Keskin’in de bize bildirdiği gibi, A’dan Z’ye Latin alfabesinin 21 harfinin sırayla kullanılmasıyla oluşturulmuş tropik aşırı iklim olaylarının adları, bu Wilma adıyla, yani W harfi ile bitmiş oluyor. Oysa, meteoroloji profesörü dostumuz Mikdat Kadıoğlu’nun belirttiği gibi, daha “normal” fırtına sezonunun sona ermesine neredeyse bir buçuk ay var. Gelmesi çok muhtemel yeni fırtına ve tayfunlara artık kendi adlarımızı verebiliriz – boy ya da yaş sıramıza göre – seçim bizim! Özetle, Kadıoğlu’nun 2003 tarihli kitabının başlığındaki gibi, “bildiğimiz havaların sonu”na gelmiş dayanmış durumda olduğumuz söylenebilir... Üstelik, gerek MIT Üniversitesi, gerekse Georgia Tech Üniversitesi iklimbilim ekipleri, kasırgaların 30 yıl öncesine göre yüzde 50 daha güçlü, yüzde 60 oranında da daha uzun süreli olduğunu, en yüksek kategoride (4 ve 5) yer alan kasırga sayısının da ikiye katlandığını gösterdiler. (Bill McKibben, “What Part of ‘Global Warming’ Do We Not Get?”, 13 Ekim 2005, www.commondreams.org, )
Dünya sıcaklığı nereye koşuyor? Rekora! Washington Post gazetesinin haberine (13 Ekim 2005) göre, NASA Goddard Enstitüsü uzay ve hava araştırmaları ekibi, 2005’in bütün kayıtlarda görülen en sıcak yıl ortalamasına ulaşarak bir rekor kırmış olacağını, üstelik 25 yıllık sıcaklık artış rekorunun bir uzantısını oluşturduğunu bilimsel raporlarında kaydettiler. Haberde sözü edilmeyen, sürekli bir artış gösteren eğrilerde sadece 1998 yılının en yüksek sıcaklık sıçraması ile bir istisna oluşturduğu, ama bunun El Niño gibi doğal bir “çarpan”la olduğu, buna rağmen 2005 yılının rekora ulaşmasının ise içinde bulunduğumuz anormalliğin artık “normal” sayılması gerektiği idi.
Peki, Amazon ırmağı nereye koşuyor? Rekora! Nature dergisinin 11 Ekim 2005 tarihli sayısında bildirilen rapora göre, Amazon Irmağı ile Amazon yağmur ormanlarının bazı kesimleri son 40 yılda görülmüş en büyük kuraklık felaketi ile karşı karşıya. Dünyanın en uzun ikinci ırmağı bazı yerlerde 15 metrelik derinlik kaybetmiş, milyonlarca balık güneşte kavruluyormuş ve Brezilya insanlık tarihinde ilk kez bu bölgeyi “afet bölgesi” ilan etmiş. Yağmur ormanlarında kuraklık afeti! Massachusetts’teki Woods Hole Araştırma Merkezi’nin araştırmalarına göre, okyanus yüzeyinde görülen sıcaklık artışına ve küresel ısınmaya bağlı olması muhtemel bu gelişme, ağaçların gelişmesini yavaşlatacak, böylece “dünyanın akciğerleri”nin karbondiyoksit emip oksijen salma özelliğini yitirmesine yol açacakmış! (www.nature.com)
Daha çok, daha büyük, daha hızlı, daha öteye... Büyük enerji ve otomotiv şirketlerinin motorunun o müthiş çekici gücüyle ilerleyen ve olimpiyat oyunlarının geleneksel şiarını hatırlatan çağdaş endüstriyel tüketim ve yaşam tarzımız, bizi böyle evren olimpiyatları rekortmenleri haline getiriyor işte. “Doğanın Sonu” adlı klasik kitabıyla bildiğimiz Bill McKibben’ın son makalelerinden birinde dediği gibi: "İnsanlar şu ana kadar gezegenin sıcaklığını 1 derece (oF) artırdı. Fosil yakıtlarından uzaklaşmak için mümkün olan her şeyi, mümkün olan en kısa zamanda yapmazsak eğer, bilim insanları, yüzyıl sonuna kadar gezegenin sıcaklığını 5 derece daha artıracağımızı söylüyorlar. Yani, bütün önceki rakamları 5’le çarptığımız bir düşünün... İnkârın ecele faydası yok. Artık teoriden söz etmiyoruz. Bilgisayar modellerinden ya da neler olabileceğinden de bahsetmiyoruz. Dünyanın her tarafında şu anda neler olduğundan bahsediyoruz. Hem de akla havsalaya sığmayacak bir hızla.” (McKibben, agy.)
Artık akl-ı selime kavuşma konusunda küçük bir koşu koparmaya ne dersin, ey okur? Rekor filan kırmaya gerek yok, ama küçük kıçlarımızı kaldırmanın da tam zamanı sanki...
Devamı haftaya...