23 Mayıs 2007

ADALAR POSTASI-42: boğaz vapurları en samimi dostlarımdı...

ADALAR POSTASI / 18 Haziran 2005

vapurlarimizi vermeyecegiz!!! (ya verdiklerimiz???)

Merhaba Sevgili Arkadaslar!

Emine'nin bize ilettigi kampanyaya Yenikoy-Sariyer dogumlu bir arkadasiniz
olarak katiliyorum.

"VAPURLARIMIZI VERMEYECEGIZ!" diye haykiriyorum...

Sirketi Hayriye doneminde yasamadim, ancak Sehir Hatlari Isletmesi'nin
bembeyaz boyali, bakimli, kugular gibi suzulerek onumuzden gecen,
pervane suyundaki anaforlari, burnundai bordasinda sulari fokurdayan,
martilarin neseli cigliklari eskortunda sayisiz geziler yaptigimiz O
VAPURLARIMIZI ben nasil verebilirdim ki? Birtakim yagmacilar
onlari benden kopardilar, sanki vücudumun bazi uzuvlariyla birlikte
onlari benden aliverdiler...

Noyan Somay ile hala aramizda onlarin borda numaralarini hatirlama
yarisi yapariz. Mesela soyle:

-Soyle bakalim Noyancigim, 26 ve 27 No.larin isimlerini ve tiplerini!
-Yahu Cemalcigim, benim anilarimda 47 No.lu Tarz-i Nevin ve onun
kardesi 48 No.lu Dilnisin yer aliyor en ufak numaralar olarak!!!.
-26 ve 27 No.lar Suhulet ve Sahilbent isimli "yandan carkli" araba
vapurlari idi. Benim cocuklugumda Kabatas-Uskudar Hattinda
calisiyorlardi...Suhulet 1961'de hurdaciya satildiginda 89 yillik tekneydi.
Isin garibi, Sahilbent 1994 yilinin Lloyd kayitlarinda calisir durumda
gosteriliyordu...

59 Kamer, 60 Ragbet, 63 Sütlüce, 64 Kücüksu, 65 Sarayburnu,
66 Bogazici, 67 Kalender (makinasi halen Rahmi Koc Müzesi'nde!),
68 Güzelhisar, 71 Halas, 72 Üsküdar (Gölcük'te 1 Mart 1958'de
batti!), 73 Rumelikavagi, 74 Altinkum, 75 Kocatas, 76 Sariyer,
77 Kabatas...simdi neredeler? Bizim milletimizin ne kadar vefasiz
ve gecmisini unutan bir millet oldugumuzun en canli birer kanitidir
tüm bu güzelim vapurlarin toptan yokedilmesi...

Umarim ekteki yazim size duygularimi ve düsüncelerimi aktarmama
yardimci olur...

Sevgilerimle
Cemal


BOĞAZ VAPURLARI EN SAMİMİ DOSTLARIMDI...

Büyük bir olasılıkla bu yazımın başlığını okuyanlar, daha metnin tümünü bitirmeden benim
bir akıl rahatsızlığıma hükmedebilirler. Belki de öyküyü yazanın duygu durumunun bozuk
olduğunu düşüneceklerdir.Öykümün başlığını okuyan okurlarımın konuşmalarını duyar gibiyim:

“Bu adamın galiba aklından zoru var!İnsan cansız varlıklarla, hele kocaman gemilerle nasıl dost
olabilir ki? Hele bir de vapurlara ‘en samimi dostlarımdı’ dediğine göre, aklını peynir ekmekle
yemiş olmalı zavallı !.”

Oysa biraz sabrederler ve aşağıdaki satırlarda, Boğaziçi’nin maviliklerinde gezinerek benimle
birlikte zaman tüneline girebilirlerse ve vapurların gizemlerini öykü boyunca biraz daha yakından
hissedebilirlerse, bana hak vereceklerini umuyorum.

Önceleri Şirketi Hayriye’nin, ardından Denizcilik Bankası Şehir Hatları İşletmesi’nin gemileri
olarak, Boğaz’ın her iki yakasındaki nostaljik iskelelerin arasında mekik dokuyan bu gemiler
gerçekten yararlı hizmetler gördüler.Uzun yıllar boyunca İstanbulluların, Boğaz sakinlerinin ihtiyaçlarına hızır gibi yetiştiler. Nasıl mı? İzninizle, o zamanlar sabahın ilk saatlerinde başlayan bu renkli faaliyeti biraz gözlerinizin önüne getirmeye çalışayım.

Güneş ufukta yükselmeden önce, Boğaz iskelerine ilk uğrayan vapurlara,Kavaklar, Sarıyer, Beykoz ve Yeniköy’deki dalyanlardan ve balıkçı kayıklarından, sandıklar, çevalyeler, sepetler dolusu balıklar, istakozlar, çeşit çeşit deniz ürünleri yüklenirdi. Ardından Boğaz’ın her iskelesinden Köprü’ye, yani Eminönü-Sirkeci yahut da Karaköy-Tophane’deki işlerine giden çalışanlar, memurlar,iş sahipleri ve esnaf binerlerdi bu emektar vapurlara. Ancak, bana kalırsa en görkemli ve şenlikli olan yolculuklar akşam iş dönüş saatlerine rastlayan vapurlarla yapılanlardı. Vapurla akşam eve dönmekte olan babalarını, büyükbabalarını hatta ağabeylerini karşılamak isteyen yalı halkı, sahile, rıhtımlara, ya da iskelenin çıkış kapısına sıralanırlardı. Çoğu kez gemilerin kaptanları kendilerine ellerini ve mendillerini sallayan bu insanların selamlarına buharlı düdüklerinden çeşitli tonlarda çıkarttıkları seslerle, kendilerine özgü bir tarzda cevap verirlerdi.

Geçen asrın ilk yarısında, ve hatta ilk üç çeyreğinde çalışan Boğaz vapurları her bakımdan yaşayan birer efsaneydiler...Onların pek çoğunun Osmanlı’nın son yıllarındaki savaşlarda, Balkan ve Çanakkale Harpleri’nde yaşattıkları kahramanlık öyküleri, atlattıkları harp badireleri, yedikleri torpiller ve bombalar,cephelerdeki askerlerimize taşıdıkları silahlar, mühimmat ve levazım malzemeleri, ya da bordalarında cephelere götürdükleri yiğit vatan evlatları, maalesef daha layıkıyla romanlara, öykülere konu olamamışlardır bile! Şu kısa öykümde, bu vapurların, onları olgunluk çağlarında gören, onlarla birlikte sayısız anılar yaşayan bir Boğaz çocuğunun gözünden, çocuk ruhuna yansıyan izdüşümleri aktarılmaktadır...Yitirdiğimiz bu eski vefakar ve cefakar dostlarımızı daima derin bir özlemle anan İstanbul sevdalıları, o efsanevi vapurların her birinin aziz hatırası önünde huşu ile eğileceklerdir.Ancak, önce onların geçmişlerini öğrenmeleri gerekiyor...


XXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXX

Geçen yüzyılın ortalarına henüz gelmemişiz. “Boğaz Çocuğu” küçük Memo üç yaşına yeni basmıştır. Güneşli ve iyot kokulu bir yaz ikindisinde, Yeniköy’deki İkiz Yalı’nın rıhtımında ailece akşam çayı içilirken ilginç bir olay yaşanır. Küçük Memo incecik sesiyle haykırmaktadır:”48 Numaralı Dilnişin geliyoor!”


(2)
Ailenin tüm fertleri şaşkınlıkla minik Memo’ya doğru bakarlar. Yavrucak heyecanla sağ elinin minik işaret parmağıyla, o esnada Beykoz-Paşabahçe seferinden dönen gemilerden birini gösteriyor. Ancak, vapur henüz Boğaz’ın ortalarında seyretmekte ve ne adı ne de kaptan köşkündeki borda numarası okunamıyor. Memocuk ısrarla bağırmaya devam ediyor:

“Bakııın bu Dilnişin, 48 Numaralı Dilnişin!”

Aradan onbeş dakika kadar bir zaman geçtikten sonra, gemi Yeniköy İskelesi’nin önüne doğru
yanaşmaya hazırlanıyor. Bu şipşirin geminin burnundaki “Dilnişin” yazısı ile kaptan köşkünün üzerindeki borda numarası “48” artık rahatlıkla okunuyor.Rıhtımda oturan aile büyükleri hayretle
bir bu vapura bakıyorlar, bir de küçük Memo’ya. Acaba hangi aile ferdi çocuğa bu geminin adını
önceden söylemişti? Büyükbaba, Anneanne, Baba, Anne, Teyze, Enişte, Büyük Dayı, Bacı ve Büyük Anneanne birer birer sorgulanıyorlar..Ancak, aile efradından hiçbir kimsenin, Memo’ya ne o gün ne de başka bir günde bu geminin adını ve numarasını söylemediği, öğretmeye çalışmadığı anlaşılıyor...

Gerçek anlaşılınca aile büyükleri arasında ilginç bir tartışma başlatılır: “Daha konuşmayı
bile yeni sökmeye başlayan bu minicik yavru, “Dilnişin” gibi Osmanlıca bir gemi adını
nasıl olur da öğrenirmiş; rakamları bilmeden geminin borda numarasını nasıl söyleyebilirmiş ?”

Uzun süren konuşmaların ve tartışmaların ardından ailece somut bir karara varamazlar. Komşularının ilkokul çağındaki kızı Mine de o sıralarda kendi rıhtımlarından denize bakmaktadır. Minik Memo’yu çok seven, ona oyunlar öğreten Mine Ablası, ilgiyle komşu evdeki büyüklerin konuşmalarını da dinlemektedir. Tartışmaların en heyecanlı bir noktasında, kendisi de lafa giriverir:
”Memo, sen nereden bildin bu vapurun adını?”
Ufaklığın kısa fakat net bir yanıtı duyulur:
“İşte! Bacasından bildim!”
Verdiği bu kısa fakat kararlı yanıtıyla Memo, birçok Boğaziçi insanından farklı gözlerle o zarif vapurları gözlemlediğini ailesine anlatmak istiyordu. Vapurlarla Memo’nun arasında özel bir iletişim kanalı açılmıştı adeta. Memo, o sıralarda bu gemilerin herşeyini merak ediyordu ve büyüklerinden habersiz onların tüm ayrıntılarını körpe beynine işliyordu.

O yaz boyunca ve daha sonraki yıllarda, mahalledeki konu komşu, Rum, Ermeni, Musevi, Laz asıllı o rengarenk insanlar,yürekleri insan sevgisiyle dolu tüm Yeniköy’lüler, Memo’nun Ailesi’nin alışveriş yaptığı tüm esnaf, özel yeteneği Köyde kulaktan kulağa yayılan küçük çocuğa vapurları sormayı adet edindiler. Köy halkı Memo’ya rastladıklarında ona sorularını yapıştırırdı:

“İskeleye yanaşmış üç vapurdan en dışarıda olanın, en son gelenin adı ne Memo?”
“İnbisat 54, Koço Amca. Görmüyor musun?”
Bu kısa ve neşeli konuşmaların esnasında, soruyu soran bir “maaşallah” çeker, çocuğun ya
yanağından hafiçe bir makas alır, ya da kıvırcık siyah saçlarını okşardı. Öyle ya, eskilerin
tabiriyle “marifet iltifata tabi” idi.

Balıkçı ve kayıkçı taifesi Memo’ya takılmadan İkiz Yalı’nın önünden geçmezdi.
“Bak hele Memo Bey! Şu açıkta yarışan Büyükdere Doğrusu ile Yeniköy’e gelmekte olan
vapurların adlarını biliver de sana tuttuğum şu taze balıkları armağan edeyim!”
“Barba İspiro, Büyükdere Doğrusu olanının adı Rumelihisarı, ötekisi de Kalender 67...Kazandım


(3)
mı şimdi şu tuttuğun liparileri?” (Lipari, Boğaziçi’nde o zamanlarda tutulan iri uskumruların Rumca adı idi. Kolyoz, uskumru ailesinden olmakla birlikte farklı bir cinsti. Vonos ise balıkların yavru boylarını adlandırmakta kullanılan genel bir tanımlama idi. Örneğin:Uskumru vonozu)

Her seferinde Memo bu vapur ismini bilme bahislerini kazanırdı ve kendisine sevgiyle yaklaşan Yeniköy’lülerden ödüllerini sevinçle alırdı.

Memo gördüğü bu yakın ilgiden ve çevresinde kazandığı şöhretten elbette hoşnuttu.
Yaşı ilerledikçe verdiği yanıtları vapurların başka ince ayrıntılarıyla, donanımlarındaki birtakım
hoş farklılıklarıyla süslemeye başladı.
“Nereden de bildin be oğlum bu vapurun adını taa Kanlıca’dan geçerken?”
“Amca, o vapur Güzelhisar 68’dir kesinlikle...!”
“Hayır be oğlum, o gemi eminim ki Kalender 67’dir. Bak göreceksin buraya gelince.”
Aradan uzun bir süre geçer, gemi karşı sahilden bahisçilerin bulundukları noktaya yaklaşır, yaklaşır. Ve yaklaşan gemide Memo’nun dediği gibi Güzelhisar adıyla borda numarası 68 okunur. Çocuğun yanıtı her defasında çok ilginçtir: Bu sefer ya düdüğünün konumundan, ya da bacanın en üstündeki siyah boyalı bandın altındaki sarı bandın genişlik farklarından filan ayırt etmiştir bu ikiz vapurları birbirinden. Şöyle ki, Memo’yu biraz zorladıklarında, Kalender’in bacasının önündeki düdüğün Güzelhisar’ınkine oranla daha yukarıda bulunduğunu görmüştür. Büyükler bu iddialara önce inanmazlar, fakat Memo’yu sevenlerden bazıları çocuğun ileri sürdüğü ayrıntıları araştırmayı kendilerine iş edinirler.

Neticede, hem aile efradı hem de Yeniköy’de kendisini tanıyanlar bu çocuğun Boğaz Vapurlarına karşı duyduğu derin ilgiyi ve sevgiyi iyice sezerler ve anlamaya çalışırlar. Büyükler sezerler veya hissedebilirler bu özel sevgiyi ve ilgiyi, ama bunun nereden kaynaklandığını, nasıl olup da çocuğun ruhunda bir fidan gibi serpilerek geliştiğini kavramaları ise pek mümkün olamaz.



XXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXX


1940’lı, 1950’li yıllarda, Galata Köprüsü’ndeki iskelelerden günün muhtelif saatlerinde Boğaz’ın her iki yakasına uğrayacak tarifeli gemiler kalkardı. Yeniköylü minik Memo için bunlardan ikisi diğer seferlerden daha farklı bir anlam taşıyordu. Bu vapur seferlerinden birisi akşam saat 17.00 civarında Köprü’den hareket ederek Rumeli kıyısındaki iskelelere uğrayan ve bir saat kadar sonra Yeniköy’e yanaşan vapurdu ki, Babasını ya da hem Babasını hem de Dedesini Karaköy’deki yazıhanelerinden eve dönüşlerinde taşırdı. Babanın akşam işten eve dönüşü, hele torununa tarifsiz bir sevgiyle bağlı olan Dedenin elinde küçük armağanlarla vapurun salon penceresinde, ya da çıkış sahanlığında görülmesi Memo’ya tarifsiz hazlar verirdi.

Bu vapurun kalkışından yarım saat kadar sonra, Köprü’den kalkan bir başka Boğaz vapuru ise hiçbir ara iskeleye uğramadan, dosdoğru Büyükdere’ye giderdi. Bu vapura halk arasında Büyükdere Doğrusu adı verilmişti.

Büyükdere Doğrusu ve Boğaz Hattı’nın Rumeli Yakası’ndaki tüm iskelelere uğraya uğraya
gelen akşam vapuru, Galata Köprüsü’nden kalkışlarında aralarında olan zaman farkı nedeniyle
İstinye ile Yeniköy İskeleleri arasında bir yerlerde kavuşurlardı. Bir nevi yarışı andıran bu yetişme sırasında Boğaz Hattı vapuru Yeniköy İskelesi’ne yanaşmak üzere hız keserken, Büyükdere


(4)
Doğrusu onu sancak tarafından sollardı.İşte o bembeyaz ve kuğular gibi yüzen iki vapurdan daha yavaş olanının adı bu nedenle önce okunabilirdi. Ardından hızla öndekine yetişen, burnundan, dümen sularından beyaz köpüklü dalgalar savurarak seyreden Büyükdere Doğrusu’nun adı okunurdu. Hatta bazı günlerde, Doğru’nun Hat Vapuru’nu yalarcasına yakınından geçtiği, dalgalarının hız kesen bu vapuru bayağı salladığı görülürdü.

Kaptanların aralarında bir nevi şakalaşma vesilesi yarattıkları, dümenlerini tuttukları bu efsane gemilerin tüm güzelliklerini kıyıdan onları temaşa eyleyen Boğaz halkına sergilemek istedikleri
anlaşılırdı. Yolcular ve halk tarafından sevilen, sayılan kaptanların gemileri ile adeta özdeşleştikleri, kimliklerinin ayrılmaz bir parçası olan bu tarihi yüzer anıtlarla birlikte olmaktan
kıvanç duydukları gün gibi görülürdü.


Kaptanlar, gemileriyle birbirlerini geçerken hem seyir güvenliği açısından, hem halkın, özellikle de Memo gibi ”vapurseverlerin” sesli ve işaretli isteklerine, selamlamalarına uyarak gemilerinin düdüklerini çalarlardı. Buharlı gemilerin düdük sesleri çok sayıda uyarı nüansını iletmek konusunda ustalaşan kaptanların ellerinde müthiş bir araç olmuştu. Tehlike uyarı düdükleri, manevra sırasında ve yanaşma öncesinde çıkarılan sesler, geminin iskeleden kalkışında memurlara, çımacıya ve yolcularına veda edişi, velhasıl bu düdük seslerinin baca önünden fışkıran beyaz buharlı tabloları Memo’yu adeta büyülerdi. Bir kısa ve ince “vuuut” sesinin ardından, uzun ve yüksek perdeden bir “vuuuuuut” sesinin, üstelik bir de giderek ses şiddetini arttırarak gelişi, Memo’yu sevinçten havalara zıplatabilirdi. Küçük Memo, yazları akşam saatlerinde giderek artan deniz trafiğinde gelip geçen irili ufaklı gemilerin bu mini konserlerini her zaman, özellikle de kış aylarında deniz kıyısından uzak kaldığı günlerde, tarifsiz ölçüde özlerdi. Hatta bu düdük seslerine olan özlemini gidermek için Gümüşsuyu’ndaki kışlık evlerinin penceresinden görünen Üsküdar-Kabataş-Haydarpaşa yönlerine bakar, sevdiği o güzelim vapurların uzaktan da olsa seyirlerini izler, düdük seslerini duymaya çalışırdı.


Boğazın o zarif, bembeyaz boyanmış bordalı, güverteli gemileri, hele can simitleri ve cankurtaran
filikaları öndeki güverte küpeştelerine, orta ve arkalarda pencere önlerine, inci gerdanlıklar gibi sıralanmış, bayram günlerinde rengarenk flamalarla bezenmiş olarak geçmezler miydi? Memo’nun yüreğinde adeta bir heyecan fırtınası kopardı o süslü, taze boyalı, gıcır gıcır bakımlı vapurlar geçerken denizden...Vapurların bacalarındaki renklerde sarılar sarıydı, kırmızlar kırmızı, beyazlar da bembeyazdı...Bacaların silindirik yuvarlak çevrelerinde sağda ve solda, üst güverteden orta yükseklikte duran,ay-yıldızlı, kırmızı çapraz çift çıpalar (Denizyolları’nın Amblemi) ne de yakışırdı o
abidelere? Boğaz’ın masmavi sularında, bembeyaz köpükleri fokurdatarak seyreden o bembeyaz
gövdeli teknelerin herbirinin ayrı bir zerafeti, ayrı bir asaleti vardı. Memo gemilerin herbirindeki bu farklı güzelliklerin ayırdındaydı ve onları belleğinin özel bölgelerine birer birer nakşetmişti.


Fakat bu gemilerin arasında öyleleri vardı ki, onların adeta apayrı bir konumu vardı çocuğun
benliğine işlemiş olan. Bunlar Memo’nun gözünde yaşayan birer kahraman, hatta birer efsane
idiler. Nasıl olmuştu da bu gemiler onun gönlünde sultanlar gibi taht kurabilmişlerdi?

Bir Hasan Dayısı vardı Memo’nun, Anneannesinin büyük erkek kardeşi olan, emekli deniz zabiti
ve sessiz sedasız köşesinde gazetesini okuyan, heybetli, boylu poslu, davudi sesli bir ihtiyar.
Müzmin bekar olan Büyük Dayısı’nın çok önemli bir özelliği vardı O’nu minik yeğeninin

(5)
gözünde yücelten: Hasan Bey, Çanakkale Savaşları’nda ve Ulusal Kurtuluş Savaşı’mızda büyük yararlılıkları, kahramanlıkları bulunan, Ülkemizin ilk deniz uçağı pilotlarindan, eski deyimiyle “bahriye tayyarecilerinden” idi. (Yeşilköy’deki Havacılık Müzesi’nde eski bir fotoğrafı sergilenmektedir.) Hasan Bey, sabahtan akşama kadar,hiç sıkılmadan minik yeğenini eğlendirir, onunla arkadaşlık, yarenlik yapabilirdi. Özellikle Memo’ya Çanakkale Harbi’nde ve Kurtuluş Savaşı’nda neler yaptıklarını, neler yaşandığını, düşman kuvvetlerine belli etmeden havadan, denizden nasıl bilgiler topladıklarını anlatırdı. Bir de kocaman, bitmez tükenmez bir macera ve efsane konusu vardı ki o Memo’nun son derecede ilgisini çekerdi. Bu muazzam destanda Şirketi Hayriye gemilerinin Karadeniz ve Marmara’da, Çanakkale’de, Türk Askerlerini, Mehmetçikleri (buradaki Mehmetçik sözcüğü ile kendi adı olan Mehmet arasında beyninde birebir bir ilişki kuruverirdi minik Memo) cepheye nasıl taşıdıklarını, bu gemilerin kahraman, yiğit kaptanlarının kumandasında, Balkan ve Çanakkale Savaşları’nın en heyheyli günlerinde cephelere ayrıca mühimmat, cephane ve yiyecek-içecek de taşıdıklarını, gecelerin karanlığında düşmana çaktırmadan, mayınlanmış sulardan usulca geçerek hedeflerine ulaştıklarını anlatırdı. Memo bu dinlediklerini defalarca yinelemesi için Hasan Dayısı’na yalvarır, belki onlarca kez anlattırırdı gemilerin bu kahramanlık öykülerini.

İğneada önlerinde düşman gemilerinin yaylım ateşine tutularak ağır yaralanan, ancak yine de cepheye Mehmetçikleri, silahları, cephaneleri salimen ulaştıran 63 numaralı Sütlüce’nin mi öyküsünü istersiniz (13 Kasım 1917 tarihinde, sabah saat 05.40’ta Pylkij ve Bystryi adlı iki Rus savaş gemisi tarafından başlatılan İğneada-Trakya Karadeniz Kıyıları bombardımanında Sütlüce iki mermi isabeti birden almıştı.), yoksa düşman denizaltılarından kaçarken torpillenmemek için Selimpaşa-Kumburgaz sahillerine baştankara yapan 68 numaralı Güzelhisar’ı mı dinlersiniz? (5 Temmuz 1915 tarihinde Marmara’da seyrederken İngiliz denizaltısı E-11’in saldırısına uğramıştır.) Hasan Bey, bıkmadan, usanmadan, aynı tok ve radyofonik ses tonuyla, havada uçan mermilerin, denizde hedefe yaklaşan torpidoların seslerini taklit ederek, gemilerdeki personelin telaşına ve korkusuna karşın kahraman kaptanların sükunet ve soğukkanlılıklarını muhafaza edişlerini bir sinema filmi kadar ayrıntılı olarak anlatırdı. Elbette bütün bu kahramalık öykülerini, onları bizzat yaşamış ve gözleriyle izlemiş olan bir kahramanın ağzından dinlemek bambaşka bir haz veriyordu çocuğa. Bunların sonucunda, Şirketi Hayriye’den, Balkan ve Çanakkale Savaşı’ndan günümüze kadar gelen bu kahraman gemiler çocuğun gözünde yaşayan birer efsane oluyor, belleğine iyice kazınıyorlardı.


XXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXX

Televizyonların, bilgisayarların bulunmadığı, ancak yaşlıları ile gençleri arasında sıcak aile ilişkilerinin var olduğu, dedelerin, ihtiyarların tatlı tatlı anlattıkları kahramanlık öykülerinin
minikler tarafından can kulağı ile dinlenildiği devirlerdi 1940’lar ve 1950’ler. Yakın tarihimizin,
Balkan ve Çanakkale Savaşları’mızın isimsiz kahramanlarından olan Boğaz Hattı vapurları pırıl pırıl ve tertemiz durumdaydılar.Gemilerin sadece güvertelerinin, bordalarının boyalarının değil, aynı zamanda metal donanımlarının, manikalarının, halat babalarının, kurtağızlarının, kazan dairelerindeki tüm pirinç ve bakır aksamın da bakımlı olduğunu, gemi taifesi tarafından sık sık kaville parlatıldığını izlerdik. Elbette bu gemilere kumanda eden kaptanlar da Kurtuluş Savaşımızın kazanılması için nice kahramanlıklarda bulunan, destanlar yazan eski kaptanların
Halefleri, devamları, belki de çocukları idiler. Onlar da günün kıt olanaklarına karşın gemilerinin saat gibi işlemesi, makine dairelerinden güvertelerine, direklerinden pervanelerine kadar her yanının daima pırıl pırıl görünmesi için büyük özveriyle çalışmaktaydılar.

Keşke bu gemilerin en azından on adedini müze gemiler olarak günümüze kadar yaşatabilseydik!


(6)
Ya da hiç değilse,Onların kaptanlarının ve mürettebatının isimlerini, kahramanlık öykülerini, uzun yıllar boyunca Ülke, Devlet ve millete hizmet anlayışlarını daimi bir deniz sergisinde bugünkü nesillere aktarmayı becerebilseydik...Biz hala Ülkemizde esaslı bir denizcilik ve deniz tarihi müzesinin kurulabileceğini umuyoruz, bu bağlamda tüm ilgili ve yetkilileri göreve çağırıyoruz...


M. Cemal Beşkardeş – Yeniköy, 02.06.1974