28 Mayıs 2007

ADALAR POSTASI-90: kabotaj - mabotaj

ADALAR POSTASI / 3 Temmuz 2005

Cumhuriyet / 03.07.2005

DÜNYADA BUGÜN
Ali Sirmen
asirmen@cumhuriyet.com.tr

Kabotaj - Mabotaj

Sevgili,

Çocukluğum ve gençliğim bir deniz kentinde geçti.

Gerçi hâlâ orada oturuyorum, ama artık İstanbul deniz kenti değil ki...

İlk günden başlayarak önce okulum, sonra da işimle evim arasında vapurla gidip gelirdim.

Çocukluk yıllarımda, Boğaz kıyısındaki okuldan hasretle gemileri, vapurları seyrederdim. Onlar hem uzak dünyaların, hem de hafta içinde onlar kadar uzak olan evimin yolunda giderlerdi.

Minik arkadaşlarımla birlikte Boğaz vapurlarının kaptanlarına haykırırdık:

- Kaaptaan düdük!.. Kaaptan düdük!.. Kaaptan düdük!..

Kaptan düdüğü çaldırıp bir de köşkünden el salladı mı, bir keyf, bir şamata ki sorma... Bizim gemilerin bacalarının üstünde, ayyıldızlı çapalı armaları vardı.

Bizim gemilerimizdi onlar, ya Marmara'yı turlar, Boğaz'a adalara, Yalova'ya gider, Avrupa-Asya yakaları arasında mekik dokur ya da Trabzon'dan başlayıp Karaköy'de son bulan Karadeniz postasını yapar, İstanbul ile İzmir arasında gider gelir, denizlerimizi neşelendirirlerdi.

****

Onlarla bütün Marmara'yı turladım, Şehir Hatları vapurları mekânımızdı. Marakaz Sus gibi gemilerle Mudanya ve Bandırma'ya giderdik. İzmir'e önce gemi sonra feribot ile kaç kez gidip geldim.

Kırk bir yıl önce, Marsilya'ya Karadeniz gemisi ile dört günde gidişimi hiç unutamam.

Hepsi hayal oldu Sevgili, önce büyük hatlardaki gemilerimizi aldılar elimizden, sonra Şehir Hatları ve gemileri gidiyor. Artık kentimin suları da lacivert değil.

Kentim gibi ülkemin de suları kirleniyor, ülkem gibi, kentimin de gemilerine, o canım vapurlarına el konuyor, ıskartaya çıkarılıyorlar, kıyıya bağlanıyorlar.

Sonra da birileri tutup Kabotaj Bayramı'nı kutluyor. Denizi kirlenmiş, gemileri tükenmiş, sırtını sahile çevirmiş, düşünce ufku bozkırın ötesine geçemeyen toplumun kabotajı mı olurmuş?...

Yiğit Okur'un Mektubu

Sevgili,

Yazar dostum, Galatasaraylı ağabeyim Yiğit Okur 'dan bir mektup aldım. Okurken, bana mı yoksa sana mı yazıldığına pek karar veremedim, yayımlıyorum. Okursun.

''Uzun zaman var ki gülmüyordum, gülemez olmuştum. Oysa doğada gülen tek yaratık insandır. Sen bakma o laflara, sözde örneğin atlar gülermiş. Gülmezler, dişlerini gösterirler. Diş gösterenler o kadar çoğaldı ki.

Erol Günaydın ellinci yıl jübilesinde bana yanında yer ayırmış. Elli yıldan fazla sürmüş dostluğumuza gösterdiği özen, elli yaşam yılı değerinde beni onurlandırdı.

Sanatçı dostları tek tek sahneye gelip Günaydın'dan anılar anlatıyorlardı. Önce yavaştan sonra kahkaha ile gülmeye başladım.

Güldükçe insan olduğumu duyumsadım.

Bir ara kulağıma eğildi:

- Ülen beni tiyatroya sürükleyenlerden biri de sen oldun. Sonra tüydün, ben direndim. Acaba sen mi haklıydın yoksa ben mi? Bilmiyorum.

Ben de bilmiyordum.

Ali Sirmen 'e sorarsan ben de çok kumaş varmış. Hint kumaşı mıydı, Hereke miydi? Zaman olmadı ki, niteliğini kanıtlasın.

Bütün gece güldüm sonra da ağladım.

Doğada yalnız insanoğlu ağlar. Taş, toprak, deniz, gökyüzü, bitkiler ağlar mı? Sen bakma denilene, hayvanlar ağlarmış. Islak tuzlu gözyaşı yalnız insanoğlunun göz çeşmelerinden sızar.

Gösteri bitince Erol Günaydın'ı sahneye çağırdılar. Bir koltuk sahnenin ortasında. Taht. Oturttular. Başına da bir taç koydular.

Atatürk Kültür Merkezi'ni dolduran bin dört yüz kişi ayağa kalktı. Alkış bir tufandı.

Önce gözlerim yaşardı.

İki kişi kollarına girip, Güneş Günaydın 'ı sahneye çıkardı. Daha önce düşünülmemiş olduğu belliydi.

Erol, bu tiyatro devi, zaman zaman yoksullukla geçmiş elli yılının en özden desteğini, karısını karşısında görünce tahtından kalktı, onu oturttu tahtına. Başından tacı çıkarıp onun başına koydu.

Ben de salıverdim gözyaşlarımı. Ağladım. İnsan olduğumu duyumsadım.''